Konuşulduğu ülkeler: | Osmanlı Devleti |
Konuşan kişi sayısı: | {{{kişi sayısı}}} |
Sıralama: | * |
Dil Grubu Sınıflandırma: | Altay Dil Ailesi Türk dilleri Oğuz Grubu Osmanlı Türkçesi |
Resmî dil olduğu ülkeler: | Osmanlı Devleti |
Dili düzenleyen kurum: | * |
Alfabe: | {{{alfabe}}} |
ISO 639-1 | {{{iso1}}} |
ISO 639-2 | ota |
SIL | OSM |
Ayrıca bakınız: Dil – Dil aileleri |
Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlıca, günlük hayatta konuşulan bir dil olmamıştır. En belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üzerinde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsça'yı serbestçe kullanma imkânı tanımasıdır. Günlük dilden farklı ve karmaşık kuralları olan bu dili ustalıkla yazma becerisine inşa adı verilir. Bu beceri uzun bir eğitim süreci ile kazanılırdı.
Osmanlı yazı dili 15. yüzyıl ortalarında biçimlenmeye başladı ve 16. yüzyıl başlarında klasik biçimine kavuştu. 19. yüzyıl ortalarından itibaren gazeteciliğin ve Batı etkisindeki edebiyatın gelişmesiyle hızlı bir evrime uğrayan Osmanlıca, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından kısa bir süre sonra gerçekleştirilen Harf Devrimi (1928) ve Dil Devrimi (1932-) sonucunda kullanımdan kalktı.
Konu başlıkları [gizle] |
Türkçe yazı diline Arapça ve Farsça sözcüklerin girişi İslamiyetin kabulüyle başlar. Türkiye Türkçesi'nde 13. yüzyıla ait en eski metinlerde toplam kelime hazinesinin üçte biri ila yarısı Arapça ve Farsça alıntılardan oluşur. Ancak 15. yüzyıl ortalarına dek kullanılan yazı Türkçesi, günümüz konuşma dilinden yapıca çok uzak değildir. Dönemin şiir ve düzyazı örneklerinden birçoğu, konuşma Türkçesine yakın yapıdadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda orta ve yüksek eğitim sistemi Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) yapılanıp Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde olgunlaştı. Eğitim dili sadece Arapça idi. Dolayısıyla bu dili bilmek ve rahatça kullanabildiğini göstermek, eğitimli olmanın gereği sayılırdı. Seçkin bir azınlık, klasik edebiyat dili Farsça'yı da öğreniyordu. Klasik Arap ve Fars literatürünün kaynaklarını tanımak, bu iki dilin gramer ve söz varlığının nüanslarına hakim olmak, kültürlü bir Osmanlı'yı basit halktan ayırdeden özelliklerdi.
Klasik Osmanlı kültürünün önceliklerine ilginç bir örnek, dönemin en popüler Farsça sözlüğü olan Burhan-ı Katı Lugatidir. Farsça temel kelimeleri kısaca geçen bu sözlük, Farsça kelimelerinin en az bilinen anlamlarını, gün yüzü görmemiş nüanslarını, az duyulmuş şiirlerdeki özel kullanımlarını açıklamakla övünmekteydi. [1]
Adlandırma Konusu
Klasik devirde "Osmanlıca" ayrı bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüştü. "Türkçe" ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan basit dile verilen addı.
Ancak 19. yüzyılda standart bir yazı dili ihtiyacının belirmesiyle birlikte "Osmanlı dili" tartışmaları yoğunlaştı. Bu dilin belkemiğini oluşturan Türkçe'nin güçlendirilmesi ve yazı dilinin Türkçe konuşma diline yaklaştırılmasına ilişkin talepler Şinasi, Suavi, Ahmet Vefik Paşa gibi yazarlarca dile getirildi. 19. yüzyıl sonlarında doğan Türkçülük akımı, Osmanlı yazı dilinin esasen Türkçe olduğu ve "Türkçe" diye adlandırılması gerektiğini vurguladı.
Cumhuriyet döneminde ise "Osmanlıca" deyimi genellikle olumsuz bir anlam kazandı. Dil Devrimi'ni izleyen kültürel ortamda, "Osmanlıca", "Türkçe"den ayrı ve yoz bir dil olarak görüldü. Türk Dil Kurumu'nda 1983'e dek bu görüş egemendi. Buna karşılık Osmanlı kültürüne yakınlık duyan muhafazakâr kesim, Osmanlı yazı dilinin de Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu vurgulamak amacıyla "Osmanlı Türkçesi" deyimini tercih etti (örneğin Faruk Timurtaş, Mustafa Özkan).
Öte yandan, Osmanlı yazı diline "Osmanlı Türkçesi" adı verildiği zaman, bundan çok farklı bir dil olan Osmanlı dönemi konuşma Türkçesine ne ad verileceği konusu, çözülmemiş bir problem olarak kalmaktadır.
elif | ﺍ |
be | ﺐ |
pe | پ |
te | ﺖ |
se | ﺙ |
cim | ﺝ |
çim | ﭺ |
ha | ﺡ |
hı | ﺥ |
dal | ﺪ |
zel | ﺬ |
re | ﺭ |
ze | ﺯ |
je | ﮊ |
sin | ﺱ |
şın | ﺵ |
sad | ﺹ |
dad | ﺽ |
tı | ﻂ |
zı | ﻆ |
ayın | ﻉ |
gayın | ﻍ |
fe | ﻑ |
kaf | ﻕ |
kef | ﻙ |
lam | ﻝ |
mim | ﻡ |
nun | ﻦ |
vav | ﻭ |
he | ﻩ |
lamelif | ﻻ |
ye | ﻯ |
Şeyhülislam Esad Efendi'nin 1725-32 yılları arasında yazılan Lehcet-ül Lugat isimli sözlüğünün önsözü, 18. yüzyıl Osmanlıcası'nın özellikle rafine bir örneği olarak alıntılanmaya değer:
1790 dolayında yazılan bir yemek kitabından alınan aşağıdaki bölüm, Osmanlıca'nın nisbeten sade bir örneğidir:
"Amed-i medid ve ahd-i ba'iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu'ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti'daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me'ad as'ab-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey'et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvab-ı hava-ayin olmuş idim." [2]
Dönemin konuşma Türkçesinin sesini, klasik Osmanlı eğitimi almış yazarların metinlerinde tanımak çok güçtür. Buna karşılık Osmanlı eğitimi almamış bir İstanbullu Ermeniye ait olan aşağıdaki metinde, günümüz Türkçesinden hemen hemen farksız bir sokak diliyle karşılaşırız. 1736 yılında İran sefaret heyetine müzisyen olarak katılan Tamburi Artin Efendi'nin seyahatnamesi, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmıştır.
"Türkîde turunc dediğimiz mîveye Farisî'de narenc denir. Portakal derler, İstanbul'da şekerden leziz zuhur etmeye başladı. Hatta nev-zuhur Frenk hekimleri 'Asitane sahil-i bahr ve ahalisi et'ime-i mütenevvia ile aluf ve fesad-ı dem hasebiyle iskorpit illetine mübtelalardır. Elbet beher yevm bir dane portakal ekli lazımdır ve vacibdir.' Maa-haza kendüleri illet-i müstekreh-i frengîden muallel olup bahusus oldukları arzda portakalı ancak kibarı görebildiğinden Asitane'de kesreti kendülerini hayran eylediğinden hezeyan-ı gûna-gûn ederler. Maa-haza alil-ül mizac olan ihvana muzır olmak melhuzdur." [3]
"Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır. Yol üzerinde birbuçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına veya soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır. Çabalandıkça batar gider." [4]